Çok Okunanlar
Karakter boyutu :  18 Punto16 Punto14 Punto12 Punto
Dr. Onur YILMAZ
Dr. Onur YILMAZ
KURBAN MIYIZ SORUMLU MUYUZ?
Bombalı, silahlı saldırı… Hedefte olduğunuzu bilmiyorsunuz bile. Kendinizi savunma hakkınız yok. Peki televizyondan ya da sosyal medyadan açıkça tehdit edildiğinizde… Hedefte olduğunuzu artık biliyorsunuz. Tıpkı bir barda otururken aniden kapının önünde beliren ve hakaret ederek içeri dalan saldırganların baskınına uğradığınızda olduğu gibi!.. 
 
Hedefte olduğunuzu biliyorsunuz da kendinizi savunma şansınız ne kadar? Ya da belki doğru soru şu: Bu saldırılara karşı sizi korumakla yükümlü olan emniyet ve adalet mekanizmalarına güveniniz ne kadar? Açık bir güç eşitsizliğinin olduğu bir ortamda eşitsizliğin dezavantajlı tarafında yer alan bireyler her gün daha fazla ‘sıkıştırılıyor’ köşeye.
 
Kendisinden olmayanın tamamen yok olmasını isteyen, aykırı hiçbir sese tahammül edemeyen kişilerin görünür yüzlerinin arkasında aslında ne büyük bir özgüvensizlik ve korku hali olduğunu, işin ironik tarafıysa bunun hiç farkında olmadıklarını daha önce vurgulamıştım. Ancak, kabul etmem gerekiyor ki artık iş ‘saldırganın psikolojisini’ anlamak ve onu anlayışla karşılamak ya da ona zeytin dalı uzatmak aşamasını çoktan geçti. Yönetime hakim konumda olanlar, kendilerinin onaylamadığı şekilde yaşayan hemen herkesi açık şekilde hem hedeflerine alıyorlar hem de, en tehlikelisi, ‘hedef gösteriyorlar’!!..
 
Son gelişmelerden örnek vereyim: Taksim’de zaten küçücük kalmış yeşil alanı da ‘tarihi eser (!) inşaası’ diye yok etmeye çalışmak artık işin ‘inat ve kindarlık’ boyutunun tüm engellerden sıyrılıp ortaya çıkmış halinden başka nedir? 
Tecavüzcüsüyle evlendirilmeye çalışılan kadına bir de pembe taksi uygulaması getirilmesinin arkasında yatan mesaj ‘akşam 7 ye kadar taksiniz çalışıyor, ondan sonra dışarı çıkmayın. Çıkarsanız günah bizden gider, tecavüze uğrarsınız, sonra evlenmek zorunda kalırsınız, karışmayız bak’ değilse daha başka ne olabilir?
 
İktidarın dilinden bir nebze sapma gösteren herkesin isimlerinin sağa sola yazılı olarak asılması, önlerine mermi atılması, üstelik bunları yapanların da ya göstermelik şekilde sorgulanması ya da artık ona bile lütfetmeden açıkça ‘desteklenmesi’ korku yolu ile ‘dize getirme’ stratejisini göstermez de neyi gösterir?
 
Güneydoğudaki operasyonların başlangıç zamanı ile bu yazdığım ve daha sayfalara sığmayacak nice ‘korkutucu’ gelişmenin yan yana konması halinde resim biraz daha netleşiyor sanırım: Ucu, maalesef ki bir iç savaşa kadar gidebilecek olan süreç adım adım işliyor. 
 
Sosyal ve özel hayatını yaşayış biçimi zaten uzun zamandır tehdit altında olan insanlar, son zamanlarda yaşam hakları da tehdit altına girdiğinden beri ‘bir şeyler yapmak’ ihtiyacını daha fazla hissetmeye başladılar. Tehlikeli bir ayrışmanın artık belirgin hale gelmeye başladığı, giderek daha fazla sayıda insanın ‘kendi saflarını sıklaştırmak için’ uğraştığı döneme üzgünüm ki gelindi artık. Buna üzülme şöyle dursun, artarak devam etmesini avuçları kaşınarak bekleyenlerin de varlığından eminim. 
 
Yakın bir zamanda ‘kadının devlette, ailede ve iş yaşamındaki yeri’ konulu bir panele katıldım. Değerli konuşmacılardan birine göre, herhangi bir ülke bir iç ya da dış savaş halinde ise, silahlı mücadeleye birebir katılmayan insanların arasındaki şiddet de artıyor. Son dönemde kadınlara karşı artan şiddetin sebeplerinden biri olarak da bunu gösterebiliriz. Elbette artık ‘şiddet dili’ sadece kadınları değil, tüm günlük hayatı tehdit eder hale geldi. Öncesinde olsa olsa küçük bir tartışma ile sınırlı kalacak tatsızlıklar için rahatlıkla bıçak, silah ya da kas gücü kullanmaya hazır, hatta buna neredeyse aşeren kitle gittikçe genişliyor.
 
Gerilime ve kavgaya karşı olduğunu ifade eden ılımlı (belki orta yolcu da diyebiliriz) kesimden bile ‘kendi varoluşunu tehdit altında hissedip’ bir tarafta yer almaya meyledenlerin sayısı da artmaya başladı. Bu durumda ‘bitaraf olan bertaraf mı oluyor’ gerçekten? 
Çocukken iskambil kağıtlarını ikişer ikişer birbirine çatıp uzun şekiller, hatta iki üç katlı evler yapardım. Bedenimin herhangi bir parçası, hatta bir parmağım bile o kartlardan herhangi birine hafifçe çarpsa o kağıdın düştüğüne, düşerken çatılı olduğu diğer kağıdı da düşürdüğüne, ikisinin ağırlığının bir sonraki ikiliyi devirdiğine, devrilenlerin de önlerindeki diğer kağıtları kolayca önüne katıp düşürdüğüne sık sık şahit olurdum. Bazen bir saatten fazla süren o ‘birleştirme ve inşa etme’ çabamın anlık bir ‘darbe’ sonucunda saniyeler içinde ‘yıkıma’ uğradığını görür, çocuk halimle çok üzülürdüm. Yaşamımın sonraki dönemlerinde de birleştirmenin ve bir şeyler oluşturmanın zorluğuna ve zahmetine karşın, ayrıştırma, dağıtma ve yıkmanın ne kadar kolay olabileceğini defalarca gördüm.
Hoyrat, tehditkar ve acımasız tutum ve davranışlar, psikanalitik ve varoluşçu kuramlara göre çocukluğunda kendisine sevgi ve kabul ile yaklaşılmamış insanlarda daha sık görülür. Ancak, yukarıda da ifade ettiğim gibi, kimsenin bir başkasının ‘sevgisizliğine’ tahammül edecek gücü de kalmamaya başladı.  
 
Şunu da belirtmem gerekiyor: her disiplin kendi içinde esneme ve dönüşümler, bazen de değişimler gösterdiği gibi, insan ruh sağlığı ile ilgili disiplinler de bundan nasibini alıyor. Artık bebeklik ve çocukluk dönemlerinde olanların bizi ‘esir almadığını’, yani genetiğimizin ve anne-babamızın pasif kurbanları olmadığımızı daha çok dile getirir hale geliyoruz yazınlarda ve çalışmalarda. Hangi şartlar altında olursa olsun verdiğimiz kararlarda ve eylemlerimizde bize kalan küçük de olsa bir ‘sorumluluk ve özgürlük alanı’ vardır. Bu anlamda Maslow, ihtiyaç piramidi düşüncesinde kısmen de olsa yanılıyor olabilir. Nazilerin oluşturduğu toplama kamplarında ellerinden tüm özgürlükleri alınmış görünen, hatta temel ihtiyaçlarına da ulaşımları neredeyse imkansız hale getirilen insanların bile aynı şartlarda birbirinden çok farklı davranışlar göstermiş olduklarını okudum son zamanlarda. Arkadaşı ölmek üzereyken, ‘bir kişilik yerin daha açılacağına sevinen’ de var, o ölüme içli içli ağlayan da mesela…
 
1955 yılında İstanbul’da gayrimüslimlere ve azınlıklara yapılan katliamlarda bir şekilde rol almış ‘sıradan vatandaşların’ bir çoğunun daha sonrasında ‘galeyana geldiklerini, asıl sorumlunun kendileri değil de onları yönlendirenler olduğunu’ öne sürdükleri yazılar okumuşuzdur. Doğrusu, hiç biri inandırıcı değil. Olanak ve siyasi-ideolojik konum açısından çoğunluğun ait olduğu tarafta bulunan ve ‘ötekini’ ezmek, yok etmek  üzerine ‘devlet büyükleri tarafından’ yönlendirilen insanlar da, ne eyleme girişirlerse girişsinler, öncelikli sorumluluğun kendilerinde olduğu gerçeğini değiştiremezler. Şimdilerde ‘ramazan linci’ başlığı altına toplanan ve ramazandan sonra da devam edeceğine dair güçlü bir kanı oluşturan saldırıları yapanlar ya da buna engel olmak için çaba sarf etmeyenler, doğmak üzere olan felaketin sorumluluğunu ileride kimseye atmaya hakkı olmayanlardır. 
 
Hangi siyasi ve ideolojik görüşte olursa olsun, herkesin şiddet ve tehdit dilini sahiplenmemek ve bu dili kullananları da desteklememek, hatta olumsuz eleştirmek sorumluluğu vardır.  Şiddet ve tehdit dilini sahiplenmediğinizde ‘anarşist, faiz lobisi, paralel, vatan haini’ diye suçlanmak mı? Ya da mahalle baskısıyla toplumdan dışlanma, tehditlere ve saldırılara maruz kalmak mı?  Hiç sürpriz olmayacağını biliyorsunuz. Şu koşullarda bunun için ‘her özgürlüğün bedelleri var’ demekten öteye ne yazık ki gidemiyorum. 
 
Teselli olur mu bilmem ama şunu ifade etmeden geçemem: hakkın ve adaletin yanında yer aldıkça, bugün bedel ödeyebilirsiniz ama ileride nedensiz yere gelen boşluk ve anlamsızlık hisleriyle dolma olasılığınız çok azalır. Modaya uyup güçlünün tarafında yer alarak yıkıcı- zorba tutumlar gösterirseniz de sonraki hayatınız boyunca nedenini anlamakta güçlük çekeceğiniz ve görece süreklilik gösteren bir huzursuzluk, gerginlik, anlamsızlık, boşluk dünyasıyla baş etmek durumunda kalırsınız. 
 
Bu yazı toplam 10164 defa okunmuştur.  
Kalan Karekter Sayısı : 500
Sitemizdeki yazı ve resimlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
AmdYazılım
Güneydoğu Haber