Çok Okunanlar
Karakter boyutu :  18 Punto16 Punto14 Punto12 Punto
Dr. Onur YILMAZ
Dr. Onur YILMAZ
İç Savaşa Giden Yolu Vicdanlı İnsanlar Durduracak

Daha önce de yazılarda ve özel sohbetlerimde sık sık ,artık millete daral gelecek kadar çok bahsettiğim şeyi ısıtıp yine getiriyorum: ‘kendini haklı çıkarma yarışı’. Ama bu kez çok farklı, çok daha hoyratça bir kullanımına tanık oluyoruz hep beraber.  Çünkü bu kez para, mevki, makam, prestij için de değil, ölümler için!

 

Nerede kimi dinlesem ya da forum sitelerinde okusam , ‘bana ne şekerimi bırakmam kimseye’ diyen kreş çocuğu gibi inatçı herkes. Hepsinin ‘diğerini’ öldürmek ya da ölümünü doğal bir etkinin tepkisi olarak algılamak için ‘haklı sebepleri’ var. Tüm olan biteni bir emperyalist kurgunun ustalıkla işletilen adımları ve bizleri de bu pis işler için seçilmiş piyonlar olarak görmek de çok moda. Değil mi ya, böyle açıklanınca birden hepimiz ‘özünde masum’ oluveriyoruz, asıl suçlu pis Amerika, kaka İsrail, acımasız global sermaye oluyor.

 

Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ kitabını bu dördüncü okuyuşum. Her okuyuşta yeni yeni anlamlar çıkarabilmek beni hem şaşırtıp hem de mutlu ediyor. Son okuyuşumda sıradan görünen insanların sıradan ‘an’ları için de, yani insanın ‘can sıkıcı normalleri’ için de  kitapta epeyce yüklü miktarda göndermeler olduğunu fark ettim.

 

 Oedipus efsanesinden bahsediyor kitapta. Efsanenin özeti şöyle: çocukken terk edilen Oedipus, Kral Polybus’a götürülür ve onun tarafından büyütülür. Delikanlı Oedipus bir gün bir dağ yolunda at süren bir soyluya rastlar. Aralarında kavga çıkar ve Oedipus soyluyu öldürür. Sonra da kraliçe Jocata’nın kocası ve Tebai kentinin kralı olur. Ancak, dağda öldürdüğü adamın babası, yatağına girdiği kadının ise annesi olduğundan haberi yoktur. Bu arada Tebai halkında veba salgını baş gösterir. Oedipus ise, halkının bu salgından ötürü çektiği acıların sebebinin kendisinin başlattığı olayın uğursuzluğu olduğuna kanaat getirince gözlerini kör eder ve o halde Tebai’den çekip gider.

 

Milan Kundera bu öyküye ilişkin, yine kendimizi haklı çıkarma bağımlısı olan tarafımızın hoşuna gitmeyecek bir tespit yapar kitapta: ‘Oedipus anasının yatağına girdiğini bilmiyordu ama olup bitenlerin farkına varınca kendini suçsuz saymadı. Bilmeyerek neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için gözlerini kör etti ve o haliyle Tebai’den çıktı gitti’.

 

 İşte ‘kalbimiz temiz, aslında iyi niyetliyiz, barış istiyoruz, önce onlar başlattı, bunun yüzünden yaptığımız her şey meşru’ diye devamlı kendini haklı çıkaranları duydukça şunu diyesim geliyor: ‘sizin o haklılığınız uğruna kaç kişi canından oldu, kaç kişi yaşadığı sürece unutamayacağı acılarla baş başa bırakıldı. Ülkede huzur ortamı bitti , hala kendinizi haklı çıkarma derdindesiniz. Ne diyeyim, derdiniz batsın!’. Neden oldukları şeyleri gerçekten görecek gözleri , yani vicdanları olsaydı , o gözleri kör eder ve o çok mühim ‘dava’larını da bırakıp çeker giderlerdi…

 

Yakın tarihimize bakınca, katliamların içinde aktif yer almış ya da sürecin aktörleri arasında bulunmuş kişiler , aradan belirli bir zaman geçip de aslında yaptıkları şeylerin hiçbir sorunu çözmediği, cennet gibi olacağını vadettikleri ortamı cehenneme çevirdiği  ortaya çıktığında köşeye sıkışmışlardır. Kimi, öldüğü güne kadar yaptıklarının korkunçluğunu kabullenmemeyi sürdürmüştür. Bunların bir kısmı, aslında bildiği halde vicdandan yoksun oldukları için olan biteni normal karşılamış, vicdanı hala körleşmemiş olanlar ise, bu defa da cesareti gelişmemiş olduğundan, itiraf edememiştir.

 

Öbür yanda, olan bitenin ‘yanlışlığını’ kabul eden ve bunu ifade edebilenler de vardır ki, işte en çok dikkatimi çeken , samimi gibi görünen bu insanların maskelerinin ardında olandır. ‘Bilemedik, aldatıldık, gerçekten inanmıştık, aslında masumuz’…. Gerçekten bilememişler miydi, yoksa öyleymiş gibi mi yapıyorlar sadece???.  Ama, asıl sorun bunları bilmeleri ya da bilmiyor olmaları da değil bence. Asıl sorun, insanın habersiz olduğu için masum sayılıp sayılmayacağıdır.

 

 Masum bir köylünün evini, örgüt sempatizanı  diye yakarak içindekileri katletmiş olan, OHAL in kalkması için çok büyük emekler sarf edip elini taşın altına koymuş bir kuvvet komutanının uçağının düşmesine sebep olan, işini yapmaya çalışan doktorun, hemşirenin, teknisyenin bulunduğu ambulansa ateş açan ya da ambulansı kaçıran, tuzağa düşürdükleri bir subayı eşinin ve çocuğunun yanında tarayan kişiler mesela. Diyelim bunların hepsi devletin ya da örgütün yönlendirmesi ile ‘oyuna getirilmiş, yönlendirilmiş’ olsun.  Ama şu anda bu insanların öldürülmesinin nasıl vahşice olduğunu hepimiz biliyorken nasıl olur da bu eylemlerin failleri hala bundan yıllar sonra başı dik şekilde ‘benim vicdanım rahat, bilmiyordum, beynim yıkanmıştı, davama inanıyordum’ diyerek aslında içinin temiz olduğunu iddia edebilecek? Zaten geri döndürülmesi imkansız olan suçlarının temelinde yatan dinamikler bu ‘bilmiyordum, inanmıştım’ sözleri değil midir?

 

6-7 Eylül 1955 tarihlerinde İstanbul’da azınlıklara karşı girişilen utanç verici saldırılarda yer almış eski karanlık şahıslardan biri, yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röportajda şu ifadeleri kullanmış: ‘’duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım?’’  Aynı şahıs Çorum katlimı sırasında da Çorum’dadır. tıpkı 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi hikayeleştirir bu katliamı da: “galeyana geldik, 105 kişi öldü.”

 

Bu her şartta su üstünde kalanların son sığınaklarından biri de dindir. Yukarıda bahsettiğim aynı şahıs dört evlilik yapmış, aslında bunlardan üçünü kaçırarak evlenmiş. Kaçırdıkları da Türk değilmiş. Son kaçırdığı kızla ilgili öykünün bir kısmını onun ağzından okuyalım : bir gün bizim lunaparka bir kadın geldi, ama ne kadın! Çok güzel, kültürlü de üstelik. Yeşilköy güzellik yarışmasında birinci olmuş, yüzücü falan. Kadın evli, kocası gayrimüslim……. evli, mevli ama kim takar? kocasının maddi durumu yoktu. Kocası bir şey yapamadı tabii. Nasıl karşı gelecek bana. O zaman bütün Yeşilköy benim kontrolümdeydi. Burada bir lunapark vardı benim. Oraya her gün çuvallarla para taşırdım. Çekip gitti, adamcağız. Tamam, ben yaptığımın doğru olduğunu söylemiyorum, ama gençlik. Dinen de yasak ama Allah affeder.''

 

Korkunç olanla yüzleşmek ve gerçekten hesapsız, ‘ama’sız,  şöyle olmasaydı ben de öyle yapmazdım’sız  samimi bir utanç duyabilmekle ve o utancın ağırlığını taşıyabilmekle mümkündür. Tabii yürümek için ayaklar ne kadar gerekliyse, böyle bir utanç duyabilmek için de VİCDAN en az o kadar gereklidir!

 

Dr.Onur Yılmaz

Psikiyatri Uzmanı

e-mail: [email protected]

 

 

Bu yazı toplam 10297 defa okunmuştur.  
Kalan Karekter Sayısı : 500
Sitemizdeki yazı ve resimlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
AmdYazılım
Güneydoğu Haber